Organizatör ve menajer Ahmet San, “Haber Bahane” programında Ajda Pekkan’la ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu. Ajda Pekkan’ın dünya starı olmak yerine parayı tercih ettiğini söyleyen San şu görüşleri dile getirdi:
“1974’lerden bahsediyorum. Her yerde Ajda Pekkan şarkısı çalıyordu. O dönemin en büyük Fransız şarkıcılarından Enrico Macias, Ajda ile konser veriyordu. Avrupa starı olmaya giderken Bebek Belediyesi’nden (gazinoyu kastediyor olmalı) 6 aylık iş ve bilmem kaç aylık parasını peşin aldığı için bıraktı o pazarı.”
Ahmet San elbette alanında çok yetkin ve görüşleri kıymetli bir isim. Ama burada Ajda Pekkan’a biraz haksızlık yapıldığını düşünüyorum.
Ajda Pekkan parayı çok seviyor ya da sevmiyor olabilir.
Mesele bu değil. Ama şurası kesin ki 6 aylık gazino parası için dünya starlığını elinin tersiyle bir kenara atacak biri de hiç değil Pekkan.
Kaldı ki Ahmet San’ın bahsettiği 1974 yılı Türkiye ve Türk sanatçılar açısından zorlu yıllardı.
Kıbrıs Barış Harekatı yapılmıştı ve Türkiye ambargo altındaydı.
Nükhet Duru kadınların tayt giymemesi gerektiği görüşünü 2 yıl sonra tekrar ısıtıp önümüze koyunca “85 milyonluk memleketin başka derdi yok sanki” diye yazdım.
Bir okurumuz “Nükhet Hanım tayta karşı değil, kiloluların tayt giymesine karşı” minvalinde itirazını iletti.
Mesele bence kişinin kilolu olması ya da cılız olması değil.
Zaten kim belirleyecek kaç kiloya kadar tayt giyilip kaç kilodan sonra tayt giyilemeyeceğini?
Türk Standartları Enstitüsü mü?
Burada asıl mesele, ülkemizde kadınların nasıl görünüp, ne giyeceklerine dair herkesin ahkâm kesmesi.
Bırakalım kim, kendine neyi yakıştırıyorsa, daha mı ciddi, daha mı spor, daha mı muhafazakâr, daha mı klasik, daha mı renkli, daha mı olgun, daha mı genç işi her nasıl görünmek istiyorsa öyle giyinsin.
Vedat Bey ne yaptınız siz!
Bu resmen savaş ilanı demek.
Fedon köpürecek bu işe.
Ne olacak şimdi, adam da kuzu etinden güveç mi yiyip yorumlasın?
Bari bir mazeret bulun. Ne bileyim, “Denizin tuz oranına bakıyordum” falan deyin. “Canım çekti, dipten midye çıkarıyordum, midye dolma yapacaktım” falan diye uydurun.
“Ben girmedim, arkadan ittiler” diye yalan atın.
“Amacım, güneş yağının asiditesine bakmaktı” gibi bir şeyler, ben de bilemedim, elim ayağım dolaştı şimdi bak...
Aynanın içinden izlenen televizyonu açık bırakmışım, onun sesine uyanıyorum. Uçan daire gibi bir oda. Kapısını açmak için elinizi gösteriyorsunuz falan. Bunun gibi 10 oda daha var Birdcage’de.
Bodrum-Yalıkavak’ta bir butik otel. Çok modern ama aynı zamanda romantik. Bu ikisini, yani şıklık ve hoşluğu bir araya getirmek zor. Ya modern olacağım diye soğuk oluyor mimari ya da romantik olacağım derken salaşlığa hatta süfliliğe kaçıyor. Yani hasır çatılı bar kondurmakla olmuyor bu işler.
Yalıkavak, Bodrum’un Etiler’i, Nişantaşı’sı gibi. Ultra lüks yatıyla ya da cipiyle gelemeyen, dolmuşa da binse mutlaka bir görmek, gezinmek istiyor. O yüzden ne trafiği bitiyor, ne kalabalığı.
Birdcage’in avantajıysa sahilden geride ve tepede olması. Yeşillikler arasında. Böylece hem karmaşadan uzakta kalıyorsunuz hem de yukarıdan bütün koya hâkim, çok güzel bir manzaraya bakıyorsunuz. Aynı manzaraya otelin ince uzun, yakışıklı havuzu da vakıf.
Birdcage’de kalmasanız bile bütün bu atmosferi solumak için otelin restoranı Lika’da yemek yemeye ya da bir kokteyl yudumlamaya gidebilirsiniz, pişman olmayacaksınız. Hele de akşamüzeri, günün geceye bağlandığı saatlerde.
“Geçen senelere yazık. O itibara yazık. Kıyafeti tasarlayan yeni yetme olmalı...”
Bir kıyafete bakıyorum, bir Neslihan Hanım’ın söylediklerine...
E yok artık!
Dünyanın en şık kıyafeti diyemem belki ama bu şekilde eleştirilecek bir şey göremiyorum açıkçası.
Ayrıca Nilüfer’inki öyle kıyafetle, kostümle yazık olacak bir itibar değil.
Mesleğine saygınca verdiği seneleri de kolay kolay yazık edilecek bir mazi değil.
Neslihan Yargıcı acaba Nilüfer kıyafetini kendisine tasarlatmadı diye mi böyle yüksek perdeden konuşuyor?
Hem Nilüfer’e hem tasarımcısına böyle çemkiriyor.
Kahramanmaraş depremleri sırasında afet bölgesinde görev yaparken yayın yönetmenimiz Ahmet Hakan sahadaki bütün habercilerden insanların en çok ihtiyaç duyduğu beş şeyi raporlamamızı istemişti. Ben bu 5 elzem şeyin arasına oyuncak ihtiyacını da koymuştum.
Çünkü ekmeğin, suyun, giyeceğin, çadırın yanı sıra oyuncağın da çok gerekli bir şey olduğunu görmüştüm. Aileler sokakta yaşıyordu. Yetişkinlerin ilgilenmeleri gereken birçok konu vardı. Depremzede çocuklar yıkıntıların arasında vakit geçiriyordu. Üstelik ha yıkıldı ha yıkılacak binalar, molozlar, çukurlar, keskin bina demirleri falan, her taraf çok tehlikeliydi çocuklar için. Bir travma yaşamışlardı ama ne olduğunu tam olarak onlar da bilmiyordu.
Okulları, sıraları, evleri, giysileri, sevdikleri eşyalar, kısacası hayatlarındaki her şey enkaz altında kalmıştı. Halbuki yaşanan büyük felakette en suçsuz onlardı. O çürük binaları onlar inşa etmemişti. Bütün uyarılara vurdumduymazlıkla onlar yaklaşmamıştı. Afetin ardından yardım karmaşasına onlar sebep olmamıştı.
Haberimizin ardından Mattel oyuncak firması bir TIR dolusu oyuncak yollama kararı aldı bölgeye. Sonra stadyumlar devreye girdi. “Bu Oyuncak Sana arkadaşım” gibi kampanyalarla binlerce, milyonlarca oyuncak toplanıp gönderildi bölgeye.
D&R’ın yaptığı bir çalışma sayesinde Hatay’daki çocuklardan iki mektup aldım. Belli ki bizim adımıza çocuklara kitap-kırtasiye yardımı yapmışlar. Çocuklar da o yardımı biz yaptık sanarak mektup yazmışlar.
Kendi el yazılarıyla. Altına da resimler çizmişler. Benim için yazılmış belki de en güzel mektuplar. Birinin adı Ayşe Soyak. Şöyle demiş:
“Zor günlerde bizi yalnız bırakmadığınız için çok teşekkür ederim. Sevgili arkadaşım Savaş Özbey, siz çok iyi bir insansınız ve çok yardımseversiniz. Seni çok sevdim. Ve seninle tanışmak çok istiyorum...”
İyi eğitimli:
Devlet konservatuvarı mezunu...
Mektepli:
Antalya Devlet Tiyatrosu terbiyeli...
Başarılı: SİYAD’dan en iyi yardımcı erkek oyuncu ödüllü...
İşinde gücünde:
Tiyatro oyunları, filmler, diziler...
Metrodan indik, AVM’ye gireceğiz ki Kanyon’un alt giriş katına gelmeden bir tünel karşıladı bizi.
Duvarlar, yerler ışıklandırmalı panellerle rengârenk olmuş, çiçek desenleri, bahar görüntüleriyle içiniz açılıyor.
Çocuklar hayatlarından nasıl memnun anlatamam.
Büyükler de öyle, o yoğun insan akışında bile herkes durup bir selfie çektirmenin derdinde.
Meğer yılın “Yumoş Zamanı”ndaymışız.